Blog Menü

UYDU FOTOĞRAFLARI ÇAĞINDA İPTİDAİ BİR CASUSLUK HİKAYESİ

(Bu yazının gerçek kişi ve kurumlarla ilgisinin hiçbir önemi yoktur.)

Savaş muhabirlerinin (konumuz fotoğraf olduğuna göre fotoğrafçılarının) en zor ve tehlikeli mesleklerden birini icra ettikleri herkesçe malum. Peki ya diğer fotoğrafçılar hiç mi zor anlar yaşamıyorlar? İşte size geçen hafta başıma gelenlerin 24 saatlik traji-komik öyküsü :

Haliç Kıyıları

Güneşle barışık bir gündü ve benim koca bir öğleden sonram boştu. Hem üzerinde çalıştığım proje için birkaç kare çekerim, hem de piyasaya yeni çıkan Kodak ProFoto 400 BW filmini denerim diye düşünmüş ve koyulmuştum yollara. Taksim’de ProFoto’yu bitirdikten sonra, yürüyerek Dolapdere üzerinden Kasımpaşa’ya indim. En son deklanşöre neredeyse bir saat önce basmış, Haliç kıyısına ulaşmayı bekliyordum. Binaların denizle aramızdan çekilmesine son bir viraj kalmıştı ki, çantasında uyumakta olan makinemi tekrar dışarı çıkardığım olay mahaline gelmişim. “Gelmişim” diyorum, zira Türkiye-Bürokrasi-Fotoğraf tehlike üçgeninin son ayağının benim marifetimle teşekkül edeceğinin henüz farkında değildim. Ben daha çok yolun karşısındaki uzun, yüksek, eski duvar, duvarın içindeki su olukları, su oluklarındaki güvercinler ve havalanırken oluşan gölgeleri ile ilgiliydim.

Bugün provokatör olduklarını düşündüğüm kuşlar, birkaç saniyede bir havalanıp, tekrar konarken, birden şöhret olmanın şımarıklığından mıdır, objektif kendilerine çevrilince hareket etmemeye başladılar. Onlar karşıda yuvalarında, benim gözüm vizörde bir sabır savaşı başladı aramızda.

Sabrımın takip eden yirmi dört saat sınanmaya devam edeceğini bilseydim, çekmeye çalışmazdım kardeşim (üstelik çekmeyi daha başaramamıştım); koskoca İstanbul’da başka duvar, başka delik ve ünlü olmayı bekleyen -öyle hemen şöhret sarhoşu da olmayacak- başka kuş mu yoktu. Birden önümde bir polis arabası belirdi, belirmesiyle içinden iki polis indi. Elinde koskoca fotoğraf makinesi olan bir adama sorulacak en son soruyla başladık temaşaya (*) : “Ne yapıyorsun burada ?!!” (*Karşı tarafın düşüncesini bilemem elbette ama aman kelime “hoşlanarak bakma” anlamında düşünülmesin, “tiyatro, oyun, piyes” anlamıyla okunsun.)

Yanlış bir şey yapmadığımın bilincinde ve deneyimlerimin ışığında “Fotoğraf çekiyorum” gibi kısa ve tahrikkâr bir cevap yerine başladım kısaca anlatmaya, “kuş, duvar, gölge vs.” İkinci soru daha kısaydı ve kısalığı hayra alamet değildi: “Niye?”

Bazen size çok anlamlı gelen işler, dikte edilmiş bakış açılarına mantıklı gelmez.

“Bakın ben fotoğrafçıyım, bizler bazen böyle şeyler çekeriz, sonra bunlar zaman içinde birikir, değerlenir…” Karşındakinin yüz ifadesini anlattıklarınla değiştiremiyorsan en iyisi pişti yapmaktır. Bu sefer ben sordum: “Niye sordunuz?”

Ses tonum ve bu kontra sorum karşısında, oyunun tek taraflı oynanmayacağını, artık açıklama yapmak gerektiğini fark eden polis memuru sonunda gizem perdesini araladı. Efendim, o duvar öyle sıradan bir duvar değilmiş, bir istinat duvarıymış. Ama alelade bir istinat duvarı da değil, şu yukarıda görünen, hani şöyle başını doksan dereceye yakın yukarı kaldırıp, ağaçların sıklığından ancak varlığını hayal edebildiğin “askeri hastanenin” istinat ettiği saygıdeğer bir resmi duvarmış.

Ne yalan söyleyeyim, hastaneyi elbette biliyordum, ama o an karşımda yükselen duvarın üzerindeki tepede olduğu ne aklıma gelmişti, ne de dikkatimi çekmişti.

Bu arada kimliğim kontrol edildi, fotoğraf makinem alınmak istendi, vermedim, -sanki beni bırakmalarına neden olacakmış gibi-, fotoğrafçı olduğumu belgelemem istendi ve karakola davet edildim. Arabaya bindik ve U dönüşü yapmak için en olmadık yeri seçtik ki işlerin sonradan karışmasına ilk adım atılmış oldu. Karşı yola geçmek için en uygun yerin ilerideki Deniz Komutanlığı’nın önü olduğuna karar verilince, memur beylerden birinin ikinci defa (sonradan kendi ifadesidir) işgüzarlığı tuttu. Nöbetçi subaya haber verdi. O ana kadar sakin giden sorgu-sual işleri askeriyenin de devreye girmesiyle birden hareketlendi. Telefonlar, koşuşturma, bir telaş, kimlik bilgilerimin onlarca da alınması, farklı farklı subayların beni görmek istemeleri… Kendimi soğuk savaş dönemi casusluk filmlerinde gibi hissettim. Az önce polislere de teklif ettiğim “Beni araştırın, filmleri de banyo yaptıralım, içinde ne olduğu (ya da ne olmadığı) ortaya çıksın” ve başka kolay çözüm önerilerini onlara da iletiyorum. Nafile… Ver elini karakol.

Bu noktada bir açıklama yapmam gerekiyor: Askerlerin ve güvenlik güçlerinin DGM’nin falan bombalandığı bu günlerde hassas olmalarını elbette anlıyorum. Benim eleştirim yöntemlere, saatlerce süren bürokrasiye, hızla çözülebilecek konuların, bazen kişilere rağmen sisteme takılmasına ve uzadıkça uzamasına, içinden çıkılamayacak hale gelip karmaşıklaşmasına. Sisteme monte olmuş beyinlerin, birey olarak düşünme ve teşhis tarzları farklı olsa bile, düzen içinde her iki anlamda da dişli olmaları. Öte yandan, uzaydan çekilen fotoğraflarla Türk karıncalarının bel inceliklerinin bile tespit edilebiliyor olmasını, bırakın uzayı, Haliç’te yolcu taşıyan motorlarda her gün yüzlerce turistin kıyıların görüntülerini kaydetmesini, üstelik hastanenin fotoğraflanması için en kötü yerin bu maceranın başladığı nokta olmasını siz okuyucuların sağduyulu değerlendirmelerine bırakıyorum. Bu arada şunu da içtenlikle belirtmeliyim ki mekanik hale gelmiş tavır ve sorularının dışında başından sonuna tanıştığım tüm polisler bana karşı çok nazik ve anlayışlılardı. Baştan kendilerinin ivme kazandırdığı, sonradan bürokrasi yumağına dolanan olayı biran önce çözmek için de çok çaba sarf ettiler. Ama makus talih, ağlarını Türkiye gerçeğiyle örmeye başlamıştı bir kere.

Karakolda

Karakol küçük bir bina ama içinde bir sürü polis var. Böyle olunca da hepsine tek tek durumun tarafımdan anlatılması, başkalarınca aktarılan yanlış bilgilerin de düzeltilmesi gerekiyor. Yapıyorum da. Hem onlar benle, hem ben onlarla tek tek ilgileniyorum. Tanışma ve durumun kavranması faslı zaman alıyor. Sonunda, önce “Ne yapılmalı?”, her kafadan çıkan sesler sonrasında da “Nasıl olacak bu işler?” durumuna geliniyor. Devreye girme zamanım. Bir tutam memur beyi çevreme topluyorum, filmi çıkarıyorum ve (dikkat burası çok önemli) “banyo yaptıralım” diyorum. İlk defa (!) söylediğim bu müthiş (!) fikir ilgi görüyor. Sen git, ben gitmem, arabayı alalım, çavuşa söyleyelim kargaşasından sonra yola çıkılıyor.

Bu arada filmin pozitif film olduğunu, yakın çevrede banyo yapan yer bulunmayacağını, en yakın Teşvikiye ya da Sirkeci’ye gitmek gerektiğini anlatamıyorum. Hatta bir ara açıklamaya çalışırken fırça bile yiyorum: “Biliyoruz !..” Ve cümle devam ediyor: “Gidin yolun az ilerisindeki foto bilmemneye bakın.”

Çevredeki birkaç yere bakıyoruz. Ekip otomuz (artık sahiplenmeye başlıyorum) yolda kalıyor, itiyoruz. Fotoğrafçılarda “Pozitif??? Haaa! (anlama ünlemi)” nidalarıyla bile karşılaşıyoruz. Sonuç malum, bulamıyoruz. Haliç’in dia sevmez fotoğraf stüdyolarının püskürttüğü neferler olarak süngümüz düşmüş geri dönüyoruz.

Çözümsüzlüğe ilaç baş komiserin yanına çıkarılıyorum. İki cümleyle durumu izah ediyorum. İki cümleyle anlıyor. “Beyefendi’den bir şey çıkmaz. Tutanağını tutup, gönderin” diyor. Yoksa buraya kadar mı? Gidiyor muyum yani? Meğer erken konuşmak için bile çok erkenmiş.

Kimliğim masadan masaya dolaşıp duruyor, bir sürü evrak, içinde benden parçalar önümden geçiyor. Bu arada filmlerden anlayanın fotoğrafın genelinden anladığı ortaya çıkıyor. Sorular soruyor, cevaplarını kendi veriyor. 28/200 objektifi merak eden bir başka polisi bilgilendiriyor: “Anlamazsın oğlum, o uzayan şey… neydi lan?”

– Objektif.

– Biliyoruz, obceklif işte.

Zamanla birlikte herkesle muhabbet koyulaşıyor. Her konuda konuşuyoruz. Çay içiyoruz. Bir sürü yazı yazılıyor. Terör şubesinden bilgilerim isteniyor. “Terörden” gelenlerce ufak bir sorgum yapılıyor, olayın fos olduğu hemen ortaya çıkıyor. Sayfalarca yazılıyor. Sayfalara hep aynı şeyler yazılıyor. Evrak işleri ilerledikçe konunun külfeti anlaşılıyor. Mesailer harcanıyor, artık birbirine kızmalar başlıyor. Senin fikrindi, iş çıkardın başımıza, sen söyledin askerlere, işgüzar…

Başka vesilelerle de karşılaştığım bir konu burada da dikkatimi çekiyor. Fotoğraf çekmeyi herkes bildiğini söylüyor, doğal olarak bilmiyor ama merak ediyor. Sohbet içinde anlatınca da dinliyor. Sohbetimiz fotoğrafın (ve uzanımında sanatın) “ne olacak abi ben de yaparım”dan “farklı birşey” olduğuna doğru ilerledikçe, eylem daha bir saygınlık kazanıyor. Merak edilen ufak noktalar aydınlanıyor, araya artık elden ele dolaşan “uzayan” objektifiyle fotoğraf makinesinin heybetli görüntüsü de karışınca, çizginin senin dışındakilerin olduğu tarafına geçiyorsun. Farklı olmadığın (ve tabii tehlikesiz) anlaşılınca hoşlarına bile gidiyorsun. (“Artık kuş falan çekmezsin” şakaları havada uçuşuyor.) Sen yanlarındayken, onlar kendilerini çizginin öte tarafına koyuyor, o malum duvarın önünde vizörden bakarken buluyorlar.

Neredeyse tüm işlemler tamam. Artık herkes bu lüzumsuz trafikten bıkmış. “Ne yaptığı soruldu… Güvercin kuşlarını çektiğini söyledi… Filmler banyo ettirildi… Sakıncalı bir şey olmadığı görüldü vb.” cümleler özgürlüğümü müjdeliyor. Kıdem ve rütbe sırasıyla imzalar atılıyor. Son imzada takılıyoruz (buradaki çoğul ifade son imzayı atacak baş komiser de dahil olmak üzere tüm karakolu ve beni içeriyor). Mademki kayıtlara geçildi, üstelik askeriyeye karşı da bir sorumluluk var, o zaman her şey tam yapılmalı. Var mı öyle banyo yaptırmadan, yapıldı falan yazmak. İşte yine en baştayız.

Saat yedi, neredeyse dükkanlar kapanacak. İşin ucunda sabaha kalmak da var. (Sabaha kalmak karakol Türkçesi’nde o geceyi nezarethanede geçirmek demek oluyor.) Hemen evi arıyorum, zar zor Sirkeci’de nazımın geçtiği bir stüdyonun telefonunu bulduruyorum. Nazımın geçerliliği tescil ediliyor. Bir saat kazanıyorum.

Saatin yedi olmasının bir başka özelliği karakolda nöbet değişim zamanı olması. Nöbet değişimiyle sabahtan beri yaşadıklarımı bir kez daha, bu sefer hızlandırılmış bir şekilde yaşıyorum. Tanışmalar, herkese ayrı dert anlatmalar, arada yeni bir “Fotoğraf çeken bu muymuş?” sorusuyla en baştan tekrar tekrar tekrar anlatmalar…

En sonunda yoldayız… Ama burası Sirkeci yolu değil? Hastaneye mi gidiyoruz? Ama saat, dükkanlar, pozitif film…

Hastaneden darp temiz raporu alınıyor, Sirkeci ümitlerim darp edilerek. Ama sorun sadece benim sorunum değil artık. Bir an önce gönderilmem gerek. Memurların da kafa dinlemeye, başka işlerle uğraşmaya hakları var. En sonunda zekice bir ortak planla Kodak ProFoto 400 BW, banyo için Kasımpaşa’nın en güzide stüdyosuna götürülüyor.

– Kardeşim, bak bu C-41 banyo olacak. Bir de indeks bas yeter.

– ???

– Yani negatif banyo yap.

– Ama indeks basamam

– Şöyle A-4’de kontak?

– I-ıh.

Banyo ve 10-15 baskılar için filmi bırakıyorum, polis abilerimle cümleten karakolumuza geri dönüyoruz.

Gecenin Sürprizi

Alt tarafı bir buçuk saat sonra fotoğrafları (Var mıdır bir filmin fotoğrafa dönüşmesi için gösterilmiş böyle toplu bir çaba?) alacağım. Birkaç çay, biraz sohbet zaman geçer gider.

Zaman geçip gitti ama ben gidemedim. Ben/biz (artık her şey karıştı) hastane, film banyosu arasında koştururken, karakola GBT’m gelmiş. Yani sabıka kaydım. Sohbet arasında şöyle bir soruyla karşılaşıyorum: “Her hangi bir nedenden aranıyor musun?” O an dudaklarımı içeri büküp, göğsümde şişirdiğim havayı burun deliklerimden hışımla dışarı attığımı hatırlıyorum. Bu ne “Eyvah yakalandım” şaşkınlığı, ne de “Ne olacak şimdi? Suçlu muyum?” korkusuydu. Sadece “Yine başlıyoruz” kızgınlığı.

İşte o noktada kendimi takdir ettim. Nasıl bir intiba uyandırdıysam, “aranıyor” ibaresine rağmen kimse benim suçlu olabileceğim ihtimalini düşünmüyordu sanki. Sevgili baş komiserin “Senin başına gelenler de, pişmiş tavuğun başına gelmedi. Tavuk da bir kuş sonuçta. Ha ha.” sözleri bu durumu en yetkili ağızdan dillendiriyordu.

Biraz düşününce, ne olabileceğini buldum. Yıllar önce bir kere daha aranıyor diye karakola alınmıştım. Sonra bunun benimle ilgisi olmayan bir davanın düşmesine rağmen aleyhime sonuçlanmış gibi kayıtlara, üstelik bir yıl hapis cezasıyla geçmiş olması yanlışlığından kaynaklandığı ortaya çıkmıştı. Fakslar çekilmiş durum infazdan bir gün sonra ancak düzeltilmiş, bense yaşadıklarımla kalmıştım. Geçen yıl bir iş için sabıka raporu gerektiğinde aynı sorun tekrar ortaya çıkmıştı. Kocaeli’ne kadar gitmiş (ki şehrin bile benle ilgisi yok) işi kaynağında düzelttirmiştim. Bir kere daha. İçimden yok artık, dışımdan olsa olsa budur yine diyorum. İnşallah budur, başka saçma sapan yanlışlık değildir, zira elimde düzeltme yazısı var mahkemeden alınmış. Başka bir konuysa tekrar uğraş dur.

Babamı aradım, evden yine zar zor söz konusu evrakı getirttim. Benim karakoldakilerce de hayretle karşılanan soğukkanlılığıma karşın, annemle babamın heyecanlanmasına, tansiyonlarının yükselmesine engel olmadı tabii bu haber. Bu arada fotoğraflar geldi. Dikkatle incelendi. Bahçelievler’de evin bahçesinde çektiğim (nedense) kareler soruldu. Olay tekrar hatırlandı, gülündü, haklı olarak olayın kendisiyle dalga geçildi. Suç teşkil edecek bulgulara rastlanmamış, fotoğraf işi çözülmüş, başka soruşturmalar için fotoğraf bile bırakılmıştı. Tek eksik evden gelecek evraktı.

Sonunda o da geldi.

Nezarethanede

Evrak gelmişti. Ama bu sefer de numaraları tutmuyordu. Birbirine yakın ama tutmayan iki numara. Demek başka bir konuyla ilgiliydi. Peki hangi adliyenin ismi yazıyordu arama emrinin üzerinde? Şişli ??? Tarih: 1999 ??? İyi de ben 1991-2002 (yaz sonu) tarihleri arasında Marmaris’te oturuyordum ve o aralar İstanbul’da hiç işim olmamıştı. Demek ben yokken suç işlemiştim. Üstelik 2002’de Şişli Cumhuriyet Savcılığı’ndan aldığım sabıka raporunda sadece o eski konu vardı ki o da akabinde ikinci kez düzeltilmişti. 1999’dan beri, Şişli Adliyesi’nde sonuçlanan bir dava üzerine aranıyor olsam, Şişli Cumhuriyet Savcılığı’nın raporunda bu yer almaz mıydı?

Alırdı ya da almazdı. Ben o gece nezarethanede yerimi aldım. Karakol sakinleriyle (diğer sakinleri demek gerek, biri de ben oldum zira) ilişkilerim daha da muhabbetlenerek devam etti. Gecenin büyük bölümünde zaten hücre dışındaydım. Dünyanın yedi harikası, uzaylılar, teknoloji falan üzerine konuştuk. Başka ziyaretçiler oldu. Onlara kızıldı, bazen eğlenildi. Sık sık gelip her hangi bir isteğim ya da sıkıntım olursa çekinmeden söyleyebileceğim hatırlatıldı. Bu arada formaliteler devam ediyordu. Alıkonmam tutanaklara geçti. Haklarım bana okundu. Bol bol imza attım. Yani benim dışımda herkes için sıradan bir geceydi.

Bir Soluk Cennet

Daha sonra edebiyat sohbeti yapacağımız çok okuyan aydınlık düşünceli bir memur olan genç polis bana bir kitap uzattı çekincesinin altını çizerek: “Biraz İslami bir kitap. Burada bulunca okudum.” Elimde cep romanı boyutunda bir kitap duruyordu. Çevik Kuvvet Kütüphanesi’nden alınma İslamoğlu Yayınları’ndan Bir Soluk Cennet.

Yapacak daha iyi bir işim yok. Hem belki Allah’ın bir hikmetidir deyip tahta sıramın üzerinde başladım okumaya. Her şey bir tecrübedir. Böyle bir kitap okumak da burada nasip olacakmış meğer. Efendim, Bir Soluk Cennet bir grup devrimci kardeşimizin sonunda hidayete ermelerini konu alıyor. Fakat beni şaşırtan bir şekilde militanca yazılmamış. Hatta dili ve cümle kuruluşları o kadar kötü ki yazılmamış bile diyebiliriz. Ama gelin görün ki orada benim için bir Dostoyevski’ye eşdeğer.

Kitabı kısa sürede bitirdim. Biraz uyumanın faydası vardı. Zira yarın bir uzun gün daha olabilirdi. Gözlerimi kapattım, yazacağım bu yazıyı düşünerek uykuya daldım.

Sabah Ola Ha’yrola

Sabah ne mi oldu? Yeni gelen memurlara konunun anlatılması sonrasında (ki buna fazla aşinayız artık), bürokrasinin el verdiği maksimum hızla (ilgilenen memurun hakkını yiyemem) evraklarım hazırlandı. Şişli Etfal Hastanesi’nden alınan darp raporunun ardından (“Herhangi bir kötü muamele var mı?” sorusuna içimden “Muhabbet bile ettik” diye geçirip, dışımdan gülmüşüm. “Tamam, biz soğukkanlı sanıyorduk meğer deliymiş” demişlerdir herhalde.) memur beylerin elinde kendi evrakları, benimkinde karar düzeltme yazısı tuttuk adliyenin yolunu. Saat on ikiye az var. Öğle tatili kapıda. Kapı kapı dolaşarak adliyeyi, tam yirmi dört saatin sonunda ve bir sürü imza sonucunda sorunun aynı konudan kaynaklandığı ortaya çıktı. Yeni ve umarım sonuncu düzeltme belgesini aldım.

Teşekkür edip evimin yolunu tutmuştum ki arkamdan polislerin kendi aralarında şöyle konuştuklarını duydum: “Bak şu fotoğrafın yaptığına.”

Bu İbret (!) Öyküsünden Çıkarılması Gereken Dersler :

  1. Ne yapıp edip dijital bir makine alınmalı. Çektin, çekmedin tartışmaları yapmadan girersin menüye, gösterirsin ne var ne yoksa hafızada. Çok sıkıştın ve baktın tekrar çekilemeyecek kare yok, silersin olur biter. Filmle bu işler cesaret istiyor. Sonucunu merak ederken tab edilmemiş filmi nasıl heba edersin?
  2. İlk makinene saldıracakları kesin. Filmi ver, ya da banyo ettirmeyi öner. Şaşırıp kabul ediyorlar.
  3. Mutlaka yanında her yerde banyo yaptırabileceğin bir film taşı (İçindeki pozları feda edebileceğin eski bir film bile olur.). İşe yarıyor.
  4. Fotoğrafçılığın gelişmesi ve yaygınlaşması için devlet ve millet el ele vermeli, hiçbir fedakarlıktan kaçınılmamalı. Her semtte profesyonel iş yapabilen en az bir stüdyo açılmalı.
  5. Donanımını ellerine verme. Ama gizleme de. Basit teknik detaylara gir. İlgilerini çekecek ve hoşlarına dahi gidecek.
  6. Zoomlar ya da tele objektifler (resmi kayıtlara göre uzun obceklif) her zaman daha çok göze batıyor. İyi tarafı ise yakın muhabbetlerde makinenin (ve senin) “vay be!” şeklinde itibarını arttırması.
  7. Sanatı merak edenler her zaman anlayanlardan daha fazladır. Unutma, merakı gidermek kuşkuyu öldürür. Hele objektifin önünde olmak kişiyi karizma sahibi yapar. Mutlaka o cümle gelecektir: ”Bizim de bir fotoğrafımızı çeksene.”  İşte bir çıkış kapısı. Bırak her şey kendiliğinden gelişsin.
  8. Bilginin farkına varmalarını sağla. Garip ama bilgi hala saygı görüyor.
  9. Eğer mutlaka başını belaya sokmaya niyetliysen, sabahın erken saatlerini tercih et. Uzun bürokratik işlemler için tam bir güne ihtiyacın olacak.
  10. Haftanın günlerini ezbere bil. Cumaları ortalarda dolanma. Pazartesiye kadar hiç bir işlem yapılmıyor.

İstanbul, Haziran 2003