Blog Menü

KAR ÜSTÜNDE GÜREŞMEK

Artvin’e geleli henüz iki dakika olmamıştı aslında, poğaçalar alınmış, çay ısmarlanmış, Şavşat minibüsünde yer ayarlanmıştı bile. Gönüllü rehberim Şavşat Susuz Köylü Ali Avcı’ydı herşeyi sessizce halleden. Oysa Trabzon-Artvin yolundaki tüm muhabbetimiz üç sorudan ibaretti:
“Nereden geliyorsun?”
“Nereye gidiyorsun?”
“Güreşecek misin?”

Bu üç cümleyi burada kaldığım dört gün boyunca sayısız defa duyacaktım. Nedense Veliköy’de düzenlenen Karüstü Güreşleri’ne fotoğraf çekmeye gitmek akla en son gelen nedendi ki o zamanda “hangi kanal?” sorusuyla karşılaşmamak neredeyse olanaksızdı.

Şavşat Yolunda

Bir hafta önce, kar güreşlerinin belgeselini çeken Handan Türkeli konudan bahsettiğinde heyecanlanmış, Veliköy muhtarı Rasim Tekin ile telefonlaştıktan sonra, her şey bir hafta içinde hızla gelişmişti. Buradaydım işte. Baraj dolayısıyla yeni açılan yolda döne döne ilerliyor, gönüllü rehberim ve yeğeninin anlattıklarını dinliyordum.

“Çoruh Türkiye’nin en zapt edilemez nehri. Şimdi onun üzerine on bir tane baraj yapıyorlar. Bu bir yandan çok iyi. Enerji üretimi ve istihdam artacak. Ama insanlar evlerini taşımak zorunda kalıyorlar. Bir de...” Bu nokta da Ali’nin gözleri vadinin karşı yamaçlarına takılıyor, sesinde hafif bir titreme devam ediyor: “O kadar çok ağaç kesiliyor ki!”

Baraj ve yol yapımı sayısız ağaç kesilmesine neden olmuş. Nehrin kıyısı ağaç mezarlığı gibi. Göz alabildiğine tomruk.

Yolun üzerindeki patikayı gösteriyor Ali, “Şu yukarıdaki patika, ata dedelerimizin yaptığı eski Şavşat yolu.”

Eski yol imece usulüyle ve insan gücüyle yapılmış. Bugün minibüsle bir buçuk saat sürdüğü düşünülürse, ne büyük bir çalışmanın sonucu olduğu ancak anlaşılabilir.

Susuz köylü devam ediyor, “Herkes çalışmış dedim ya, beş çocuklu aileler hariç. Onların ailesini ancak geçindirebileceği düşünüldüğünden, onlar imeceden muaf tutulmuşlar. E böyle olunca da, köylü başka şeylere çalışmış. Sonra bir bakmışlar, her ailede beş çocuk.”

Gülüşüyoruz.

Alacalı Kar Nasıl Olur Ki?

Yolda kar yok. Sadece tepelerde görülüyor. Konu yılda bir kez düzenlenen kar güreşleri olunca, endişeyle – defalarca Trabzon’da, Artvin yolunda, Artvin’de ve şimdi yaptığım gibi- Şavşat’ta yağıp yağmadığını soruyorum. Ve yine aynı ama farklı tonlamalarda aldığım “Alacalı” cevabı, tam da bu tonlamalar yüzünden, alacalının nasıl bir görüntü olabileceğine ilişkin kafamdaki tüm resimleri birbirine sokuyor.

Dizlerime kadar kar beklerken, şubatın 25’inde kazakla durabilmek, alacalı kar ve yer yer rastladığım zeytin ve narenciye ağaçları, bir an “gerçekten Artvin’de miyim?” düşüncesini içime düşürüyor tüm İstanbullu cahilliğiyle. Çünkü henüz hissedilen soğuk ve nem ilişkisini aklıma getirmemiş, derin kanyondaki kayaların güneşi çok iyi yansıttığını, hatta yazın vadiyi cehenneme çevirdiğini öğrenmemiş, sekiz buçuk saat dizlerime kadar karda çekim tecrübesi yaşamamıştım.

Sohbet yolun uzunluğunu fark ettirmemiş. Şavşat’tayım. Yer yer kar öbekleri var etrafta. Daha yukarıları ise bembeyaz. Yani köylerde yeterince kar var. Ali ve yeğeninden ayrılıyorum. Veliköy’e gitmek için geç bir saat. Muhtara geldiğimi bildiriyor ve Kent Otel’e yerleşiyorum. Kent Otel’in müdürü tüm Artvinliler, belki de Artvin gibi, görünüşte sert mizaçlı ama konuksever. Kaldığım üç gece boyunca çay sohbetlerimizde, ondan çok değerli bilgiler alıyorum.

Burada geceleri soğuk. Alttan ısıtmalı yatağım soğuk Artvin gecelerinde en değerli arkadaşım.

Büyük Gün
26 Şubat, büyük gün. Sabah altıda kalkıp Şavşat’ı geziyorum. Ortalıkta kimseler yok. Sekize doğru sokaklar birden canlanıyor. Güreşlere giden arabalardan hep aynı ses yükseliyor: “Nereye?” Güreşlere gidiyorsan, biniyorsun. Ben de bir minibüste yerimi alıyorum. Bir döner ocağıyla aynı koltuktayız. Bize sonradan minik bir piknik tüpü de katılıyor. Araçtaki aile güreş meydanında kurulacak seyyar lokantalardan birinin sahibi.

Yarım saat sonra Veliköy’deyim. Ve nihayet kar. Bembeyaz sokaklarda büyük bir koşuşturma göze çarpıyor. Bir yandan güreşin yapılacağı meydan hazırlanıyor, bir yandan gelenler karşılanıyor. Minibüslerden arka arkaya insanlar iniyor. Çevre köylerden, Artvin’den ve diğer illerden güreşleri izlemeye gelenler var. Bu sene Gürcistan da 20 güreşçiyle burada. Türkiye’den ise farklı illerden içlerinde Bayram Erten, Salih Şahin, Gürsel Turan gibi şampiyon isimlerin olduğu 81 sporcu güreşecek.

Karüstü Güreşleri’nin mimarı Veliköy Muhtarı Rasim Tekin ile tanışıyorum. Görmüş geçirmiş bir insan. İstanbul, Adapazarı, Kastamonu… Farklı illerde yaşamış. Zamanının en aranan barmenlerinden biri olduğunu öğrenince şaşırıyorum. Hilton, Maxim, Çakıl gibi yerlerde çalışmış. Sonra 18 sene Orman İşletmeleri görevi ve arkasından emeklilik. Çalışmaya gurbete giden pek çok Artvinli gibi, o da emekli olunca doğduğu topraklara geri dönmüş. Rasim Ağabey eski güreşçi. Kasımpaşa Güreş Kulübü’nde güreşmiş. Otuz bir yıl sonra, yerleştiği köyüne muhtar olunca da, eski aşkı güreş ve gelenekleri sürdürme isteği, göç olgusuyla birleşmiş.

“Kar üstü güreşleri Kırkpınar’dan da eski bir gelenek.Bunu kurumsallaştırmak ve tanıtmak gerekli diye düşünüyorum. Çevre kış sporları için çok uygun. Bu artık turizmden başka bir şeyi kalmayan Artvin’in fark edilmesi için büyük bir fırsat. Yeni iş olanakları için de.”, diye özetliyor on yıllık macerayı muhtar.

Söylediklerini köyü gezip, yaşayanlarla tanıştıkça daha iyi anlıyorum. Veliköy’de kışın 500 kişi yaşıyor. Bunların da yüzde doksanı emekli. Yazın ise bu rakam 1500’e çıkıyor. Eski adıyla Miryalılar kendilerine yetecek kadar hayvancılık yapıyor. Geçim kaynakları çok sınırlı. Göçün en büyük sebebi de bu. Jandarma Komutanlığı, hastane, 1923’te yapılan Artvin ilinin ikinci ilkokulu ve ortaokul köyün az nüfusuyla tezat oluşturuyor. Sadece binalar değil köyün tüm tenhalığına rağmen gelişmişliğini gösteren. Okuma-yazma oranı yüzde yüz. Tıpkı Şavşat’ta olduğu gibi.

İçime İşleyen Üç Şey

Burası, ladin ve çam ormanlarıyla çevrilmiş bir cennet. Veliköy Çayı, yerleşim alanını ikiye ayırmış. Köy merkezi, güreş meydanının arkasında kalan yamaçta. Karşı yamaçtaki evler sadece yazın kullanılıyor. Arkanızı çoğu ahşap evlere verdiğinizde, önünüzde uzanan vadinin heybetli görüntüsü insanda burada kalma isteği uyandırıyor. Beyaz bir orman var karşınızda. Dağların gölgesinde engin denizlere özenircesine mavileşen, güneşin altında ise saf beyazdan altın sarısına dönüveren bir orman. Sarp dağlar Çoruh’un delişmen kollarıyla sık sık bölünüyor. Su yorgun düşünce de sekiz kilometre uzaklıktaki Karagöl’deki gibi yüksek göllerde, bir sonraki çağlayışına hazırlanıyor. Kışın beyazın üzerine özenle yerleştirilmiş gibi duran yayla evleri, yazın gökkuşağını bile çıldırtan renklerin arasında kaybolup gidiyor. Bölge, özellikle bir geçiş bölgesi olması dolayısıyla, tarihin ilk çağlarından beri var olsa da, geriye bıraktıkları, buradaki herşey gibi uzak aralıklarla karşınıza çıkıyor. Sizi şaşırtan da bu oluyor. Nehrin karşısına Osmanlı döneminden kalma bir köprüden geçmek; bir çiçeği koklarken arasından çıktığı taşların dünya tarihindeki ilk kiliselerden birinin temelleri olduğunu fark etmek ya da Urartu izlerine bir çeşme başında rastlamak.

Burada insanın içine üç şey işliyor. Kışın soğuk, yazın serin hava ile doğadaki ilahi huzur ve insanların saf ve sıcak gerçekliği.

Kar Üstünde Güreşmek

Şavşat Karüstü Güreşleri, geleneği çok eskilerden gelen bir karakucak güreşi. Kökenlerinin Orta Asya’ya dayandığı sanılıyor. En önemli özelliği ise sadece kar üstünde yapılması. Kendi alanında dünyadaki tek organizasyon. On senedir yeniden yaşatılmaya başlanmış. Üç senedir de Güreş Federasyonu’nun bünyesinde düzenleniyor. Böylelikle uluslararası düzeyde de ilgi görmeye başlamış. Özellikle Gürcistan, Acaristan, Türkmenistan gibi çevre ülkelerin milli güreşçileri için önemli.

Güreşlerin yapıldığı alan köy merkezinin az aşağısında. Futbol sahası büyüklüğünde. Etrafına çekilen şeritlerle güreşçiler seyircilerden ayrılmış. Alanın hemen yan tarafında, uzunlamasına döner ve şiş tezgahları kurulmuş. Yol arkadaşım da aralarında.

İlk gelenler Pınarlı köyünden davul ve zurnacılar. Gelmekle yetinmeyip çalmaya başlıyorlar. (Tüm gün boyunca o kadar hevesle çalacaklar ki, cazgırdan zaman zaman susmaları yönünde uyarı bile alacaklar.) Bir de çocuklar var sahada. Onlar da güne hızlı başlayanlardan. Ama bugün onlar sadece çocuk değil; az sonra, güreş tutacak birer pehlivan olacaklar.

Sıcak ekmekle tepeleme dolmuş at arabası günün başladığını müjdeliyor. İşte Gürcü kafilesi geliyor, işte Türk güreşçiler malzemelerini kontrol ediyorlar, yaşlılar kenarda yerlerini çoktan almışlar, ilk anonslar başlıyor.

Hayda Bre Pehlivan

“Pehlivan! Pehlivan!
İşte meydan işte pehlivan; güreşenlere yardım eder Hazreti Yaradan.
Dünyaya geldik her birimiz; Hazreti Hamza’dır ustamız, pirimiz.
Dünyaya geldik ayrı ayrı anadan; kimimiz Rumeli’nden, kimimiz Anadolu’dan
Güreş yapanların yardımcısıdır Hak Yaradan.”

Kırkpınar’da da cazgırlık yapan, Artvinli Kasım güreşleri açıyor bu cümlelerle. Kasım’ın alanlarda kırk yıldır susmayan sesi, sanki daha bir gür çıkıyor bugün kendi memleketinde. Kenarda soyunan güreşçiler önce tartıya çıkıyorlar. Kilolarına göre on bir siklete ayrılıyorlar. Her güreşçiye göğüslerine yazılan bir numara veriliyor. Kayıt olanlar için artık heyecanlı bekleyiş başlıyor. Şanslı olanların ve profesyonellerin üzerlerinde kıspet, ayaklarında güreş ayakkabısı var. Diğerleri ise ya pantolonla güreşecekler ya da uzun iç donlarıyla. Ayaklarında ise bazen sadece kalın yün çorap. Kar üstünde güreşirken çorap giymek kaymayı önlüyor. Bu nedenle ayakkabı giyenler bile üzerine çorap geçiriyorlar.

Bir ara kısa bir sessizlik oluyor. Ardından kopan alkıştan dünya şampiyonu Sait Bingöl’ün geldiğini anlıyoruz. Alkışlar bu sefer, biri türkü söyleyen, diğeri şiir okuyan iki halk ozanı için sürüyor.

Önce 30-35 kiloda küçükler çıkıyor er meydanına. Karakucak güreşi dayanıklılık istiyor, bir taraf yenene kadar devam ediyor çünkü. Karda güreşmek daha da zorlu. Ama minik güreşçilerin isteği karı bile eritecek derecede.

Sırayla tüm sikletlerde güreşler yapılıyor. Heyecan, zaman zaman güreşçilerin seyircilerin üzerine düşmesiyle artıyor. Meydandaki çekişme, seyircilere de yansıyor. Kendi köylerinden güreşçilere tezahürat yapan seyircilerin atışmaları festival havasında süren güne renk katıyor.

Acıkan Artvin’in mis kokan döneriyle midesini dolduruyor, üşüyen demli çayla ısınıyor. İl Jandarma Komutanlığı’nda görevli Ejmen’le yemek yerken tanışıyoruz. Ejmen Aydınlı. Önce resim okuyormuş, şimdi uzman çavuş. Aramızda hemen ortak bir dil oluşuyor. O ve yeni evlendiği eşi bir başka gözle anlatıyorlar çevreyi bana. Ertesi gün Şavşat’ın kurtuluş günü olduğunu, fener alayını, Efkar Tepesi’ni onlardan öğreniyorum.

Yeniden güreş alanındayım. Saatlerdir dizlerime kadar gelen karda çekim yapıyorum. Zemin yer yer yumuşamış, bazen attığım bir adım belime kadar kara saplanmama neden oluyor. Üstümde güneş ise oldukça yakıcı. Soğuk ve sıcağı aynı anda hissediyorum.

Başpehlivanlık güreşlerinden önce yine bir ara veriliyor. Güreş Ağası seçilecek. Cazgırın da marifetiyle -biri geçen senenin ağası- iki eli ve gönlü bol ağa adayı açık arttırmada kapışıyorlar. Sonunda ağalık Nuri Kemal Demirel’de kalıyor. Ağa şanına şan katıyor, Veliköy Karüstü Güreşleri önemli bir destekçi buluyor.

Tüm sikletlerin ardından başaltı ve başpehlivanlık güreşi de sonuçlanıyor. Başaltının galibi Veliköy’den Gürsel Turan, başpehlivan ise Samsunlu Bayram Erten oluyor.

Artık Ziyafet Zamanı

Tüm kahramanlık hikayeleri büyük bir ziyafetle biter. Er meydanının kahramanları için de ilkokulda masalar donatılmış. Bize de düşüyor elbet kavurma, pilav, ev yapımı baklava ve daha nice lezzetli yemekten. Günün değerlendirmeleri, anlatılan eski hikayelerle süsleniyor.

Veliköy muhtarı yorgun bir savaşçı gibi. On yıldır uğraşıyor kolay değil. Ancak herkes gittikten sonra uzun uzun konuşabiliyoruz. Bana tüm hikayesini o zaman anlatıyor. İki yorgun insan sevgiyle ayrılıyoruz birbirimizden. O gururlu bir uykuya doğru evine gidiyor, ben bugünü yaşamaktan mutlu, otelime dönüyorum. Başım yastığa beş kala uyuduğumun, ancak sabahın serinliğiyle farkına varıyorum.

Efkar Tepesi, Fakir Baykurt Ve Ben

Günün programı yine kabarık; önce dünün keyfi sindirilecek. Fotoğraf gönderileceklerin listesi hazırlanacak. Sonra kurtuluş günü kutlamaları var. Uzun bir yürüyüş yapılacak kaleye doğru ve mümkünse tırmanılacak. Zafer Fotoğrafçılık’a da uğramak gerek. Bolca fotoğraftan konuşmak, Şavşat’ın tanıtımı için yaptıklarını dinlemek ve ertesi sabah yapacağımız keyifli kahvaltı teklifini kabul etmek. Akşam ise Gürsel Pehlivan’la felekten bir gece çalmak. Ama Şavşat’a gelince, mutlaka Efkar Tepesi’ne çıkmak gerek.

İşte sonunda Efkar Tepesi’ndeyim. Fakir Baykurt’un aynı adlı kitabını yazdığı yerde. Hakim bir tepeden, var olar her yere bakıyorum sanki. Üç tarafım derin vadiler ve karlı dağlarla sarılı. Tüm evrenin sustuğu andayım. Tek duyduğum tüten demli çayımın dumanı.

Fakir Baykurt o hikayede aynı duygularla zaten şöyle yazmamış mıydı?: “O börtü böcü, o koku; o vızıltı; sanki kala kala bir eski edebiyat kitaplarında, bir de buralarda kalmış!”

Belki bir de bu yazıda…

Şavşat, Şubat 2015