Blog Menü

AŞKDENİZLİ

Yıllar önce arkadaşım anlatmıştı. Ankara’ya ilk gidişiydi ve yanında kaldığı kişiler onu ilk gününde sabah erkenden Atakule’ye çıkarmışlardı. Oradan tüm şehri kuş bakışı görebilecekti. Gerçekten panorama muhteşemdi, kışın bahara geçtiği Ankara aylarıydı. Sabahın ayazı yerini güneşin ılık okşamalarına bırakmıştı. Yerdeki çiy buharlaşmaya başlamış, oluşan sis kentin tabanına oturmuştu. Baharın ilk günlerinde başkent o sabah sis denizinde yüzüyordu. Deniz.... Arkadaşım kulenin etrafını hızla döndü, gözleri tanıdık bir mavilik aradı. Ve birden bağırdı: “Ama buradan deniz görünmüyor!” 

Belki Ankara’ya ilk gidişiydi, ama elbette orada deniz olmadığı biliyordu. Bu naif boş bulunma aslında anlayamamanın, denizi görmeden yaşamayı kavrayamamanın çocuksu ifadesiydi. Öyle ya, o hep deniz kenarında yaşamıştı, kendini hep ona ait hissetmişti, engin suya bakmadan var olunabileceğini düşünemiyordu bile.

Ankara’ya ya da denizi olmayan diğer şehirlere ben de ara sıra giderim. Her seferinde, yoldan rasgele birini çevirip “Kıyısında kokusunu içine çekip yürümediğin, gözün ufkuna takılı çay içemediğin bir mavilik olmadan yaşamak nasıl bir duygu?” diye sormak gelir içimden. Eminim, örneğin Ankara’da hemen Gölbaşı’nı göstereceklerdir. Başka şehirlerde başka yerleri. Evet, bunlarda suyla ilgilidir. Ama sadece oradadırlar, yanlarına gitmemizi beklerler, kendileriyle ilişki kurmamızı. Biraz alıngandırlar. Oysa sonsuzluk duygusuyla deniz, karşı kıyısını merak ettiren küçük kardeşi göl ya da isyankar bir nehir sadece orada durmakla yetinmez. Hayatımızın içine girer, vazgeçilmezi olur.

Vücudumuzun büyük bir bölümü su. Peki ya ruhumuzun? Bir kara insanıyla deniz insanı (ya da aynı duyguyu yaratan göl ve nehirleri de içine alarak su insanı) arasındaki fark da tam burada başlar işte. Kara insanı yerleşiktir, içinde hep bir yerlere sağlam köklerle tutunma isteği vardır. Ötekinin ise ruhu özgürdür, bedeni olamasa bile düşünceleri gezgindir.

Ruhun bu yerleşik/gezgin olma hali yaratılan kültüre, yaşam tarzlarına, beklentilere de yansır ve doğal olarak farklılaşır. Suyla birlikte ortaya çıkan karşı kıyı kavramı, içinde merak unsurunu barındırır. Merak ise hareket etmenin, yani keşfetmenin ilk adımıdır. Bu yüzden değil midir her su kentinin gelip gideninin çok olması? Önceleri kavim göçleri, sonraları ticaret ve şimdi turizm hep hareket getirmiştir bu kıyı kentlerine. Her yeni gelen insan yeni bir bilgi ve kültürdür kıyı kentliler için. Bu yüzden yemekleri başka kültürlerin yemekleriyle benzeşir, bu yüzden görgüleri çok ulusludur. Kendi geleneklerini yaratmaktan çok bir harman yaparlar kendi içlerinde. Kıyıda yaşayanlar sadece orada durup gelenleri beklemezler öğrenmek için. İçlerinden kaşifler çıkarırlar ve kültürlerini öte diyarlara taşırlar. Su insanı kara insanına göre belki de bu yüzden değişime daha açıktır. Suyun özelliğidir bu zaten, yerinde duramamak, ama her kaba uyum sağlamak.

Su ve kara insanlarının yaşadıkları yerlere verdikleri isimlerde bir kere daha çıkar bu farklılık karşımıza. Tüm bu yazılanları düşünmemişlerdir elbette isim verirken, ama içlerine işleyen öz yaşamı tanımlamalarının çıkış noktasıdır. İstanbul’un böylece Boğazı olurken, Ankara’nın Gölbaşı olur. Boğaz kelimesi doğrudan suyu betimlerken, Gölbaşı karayı tarif eder. Birinde özne sudur, üstelik kendine göre şehri konumlandırır. O zaten vardır, her iki kıyısına şehri almış, çevresinde yaşamı o yaratmıştır. Diğeri ise isminin içinde “göl” kelimesi geçmesine rağmen, aslında daha çok yanı başındaki karayı merkez alır. Asıl olan karadır, insanlar ihtiyaç duyduklarında, mesela hafta sonlarında su kenarına giderler. Yaşadıkları yerlere de Kırıkkale, Otlukbeli ya da içinde dağ geçen Freiberg gibi isimler verirler. Aynı şekilde, su kentlerinde de bu ilişki sadece İstanbul’da değil, pek çok yerde karşımıza çıkar. Akbük, Gölköy, Kuşadası ya da Çayeli hep aynı içgüdüyle konulmuş isimlerdir. Ada ülkesi İngiltere’deki içinde “liman” kelimesi geçen Newport, Port Ellen şehir adları, suyu kutsal kabul eden Hintlilerin büyük ırmaklarına “Ganj Ana” demeleri, ya da buzlar ülkesi Grönland’ın başkentinin isminin yerli dilinde “denize uzanmış kara parçası”  anlamına gelen Nuuk olması gibi.

Yaşamlarına su böylesine girmiş insanlar için o artık hayatlarının bir parçası değil, neredeyse tamamı. Demek ki su sadece kentlerin içinden geçmiyor. Geçerken insanları da içine alıyor, onların da içinden geçiyor. Tutkuya dönüşüyor. Aşk oluyor. Artık her gittiğin yere onu taşıyorsun, kıyısında oturup özlem duyuyorsun.  

Yaratıldığımız toprağa şekil verebilmek için, toprak çamur olmalıydı. Bunun için Tanrı suyu kullandı. Su bazılarımızın ruhuna galiba biraz fazla değdi. 

. . .

 

Hamburg, İstanbul, Marmaris... Yaşamımın dönüm noktalarındaki üç kent, üç su kenti. Su, ama özellikle deniz içime öyle işlemiş ki belki bu yüzden her gittiğim yerde gözlerim ilk onu arıyor. Belki bu yüzden arkadaşımın denizi görememesine inanamaması.

Kanıma tuz karışmış bir kere. Ciğerlerim meltemle dolmalı. Her an görmesem bile denizi, orada olduğunu bilmeliyim. Bazen alıp başımı gitmeliyim, bazen bedenimi bırakıp ruhumu göndermeliyim. Denizin kanat çırpan anarşist balıklarından biriyim. Ben aşkdenizliyim. 

İstanbul, Ekim 2003