Blog Menü

FARKINDA MISIN?

İşte yine bir sabah. Geceden kalma kokular üzerinde, önce hafifçe yana döneceksin. Her hatırlayamadığın (hoş hatırladıklarında da fark eden bir şey yok ya) gecenin sonunda olduğu gibi çekingen, yatağın birkaç saatliğine sana ait olmayan tarafına bakacaksın. Hafızan gidip gelecek. En son hatırladığın ince uzun parmaklı sarışın kadın. Yoksa esmer miydi? Yok, o önceki geceydi ve hiç pas vermemişti. Dün geceki sarışın olmalıydı (Of! Şu baş ağrısı da olmasa daha iyi hatırlayacaktın), belki açık kumraldı. Yüzü bir boşluk şimdi, vücudu bir boşluk, konuştuklarınız o boşlukta çoktan yok olup gitmiş. Tek emin olduğun üzerinde dolaşan ince uzun, zarif, baştan çıkaran parmaklarıydı.

Neyse, yanında başkası yok. Birlikte uyanmayı hiç sevmezsin. Böyle zamanlarda kendini güvensiz hissedersin. Sırf bu yüzden Truva’yı da hiç sevmemiştin. Rehber hikayeyi anlatmaya başladığında sen herkesin tersine kendini şehrin yerine koymuştun. “Hayatım benim kalem ve bu kalenin çevresinde gedik vermez duvarlar var” dersin hep yakın arkadaşlarına. Oysa onlar da surlar örmüşlerdir çevrelerine. Karşı tepelerden birbirine bakan işte böyle bir yakınlıktır sizinki.

Günün zembereği boşaldı. Mekanik yaşamın başlıyor işte. Önce ılık bir duş. Haftada bir gelen kadının ütülediği beyaz yakalı mavi gömleğini giymeden önce günlük vitamin hapınla pastörize portakal suyunu içersin mutlaka. Aynı marketten alınmış aynı marka. Öğlen yiyeceğin salata öncesinde atıştırdığın kepekli krakerle birlikte pekala yeter sana. Zaten zamanın yok kahvaltıya falan ayıracak. Üç dakikada giyinsen, iki dakikan asansörde geçse, beş dakika; -bu eve taşınman iyi oldu, durakta beklemekler, “onlarla” ensende solukları yolculuk etmeler, hadi arabanla gitmek istedin, ışıkta camına yapışan o kirli küçük insanlar artık hep geride kaldı- metroya da on dakikada yürürsün, tam 07:30’da metro gelir, on beş dakika yol ve yukarı çıkışın, beş dakika plazaya varış ve günün en mutlu saati, şekersiz koyu kahveye on dakikan kaldı bile.

Yıllar sonra rastladığın ilkokul arkadaşın, şehrin en güzel zamanının sabahın ilk ışıklarını kucakladığı saatler olduğunu fark ettiğinden beri, yarım saat daha erken kalktığını söylediğinde anlamamıştın. Gecenin sarhoşluğunun bittiği ama gündüzün telaşının başlamadığı masalsı bir zaman aralığıydı bahsettiği. Az sonra milyonlarca tabanın arşınlamaya başlayacağı kaldırım taşlarına ilk basan olmanın verdiği keyifle yürümekten bahsetmişti. Güneşten yüzüne incecik çizgiler çektiğini anlatmıştı. Sokakların her mevsimde ayrı koktuğunu. Sen alaycı bir tavırla “sokaklardan o kadar hızlı geçiyorum ki, kokular arkamda kalıyor, hissetmiyorum” demiştin.

Metronun farları göründü, her sabah oturduğun içecek otomatına yakın banktan kalkacaksın, iki büyük ve bir küçük adım sonra sarı çizgidesin. Zımbalı, siyah ve mutlaka parlayan ayakkabıların artık duracağı yeri ezberlemiş. Burunları çizgiye değecek ama asla üzerinde olmayacak. Ne çok sarı çizgi var hayatında. Artık farkında bile değilsin. Öbür tarafın özgür, baştan çıkarıcı hazları belleğinden çoktan silinmiş. Aslında o sarı çizgi senin etrafındaki daire. Ve başka sarı çizgilerle kesişmekten korkarak içinde yalnız senin olmanı dikte ediyor.

Köşeyi döndün, plazaya az kaldı. Az ötedeki karartı da ne? Aman Tanrım tehlike! Ağzından köpükler saçarak yerde yatan biri… bir şey var. Hemen uzaklaş oradan, kapıya az kaldı, birkaç metre daha, son çaba, içerdesin. Manyetik turnikeyi aştın mı geçmişi olmayan adamsın. Bu binaya aitsin artık. Dışarıdakilerin seni göremediği aynalı camlarla kaplı bu binaya.

Bu gün de masanda raporlar seni bekleyecek; rakamlar, tablolar, istatistikler seni bekleyecek. Yaşamın bir istatistik değil mi zaten? Ofistekilerin yüzde şu kadarı arkadaşın, yüzde şu kadarı seni sevmez, şu kadarı tanımaz bile. Yeni gelen kızla yüzde şu kadar yatacaksın, yüzde şu kadar seni tersleyecek, reddedenler ve arkasından konuşulanlar tablolarında yerini alacak. Haftanın yüzde şu kadar günü bara, şu kadar günü önce yemeğe sonra bara gideceksin. Hesaplarında hiç “ötekiler” hanesi olmayacak. Sen belirsiz verilerle, süprizlerle uğraşamazsın.

Öğlen yan plazanın çatı katındaki restoranda yemek yiyeceksin. Ödemelerini ticket ile yapacaksın. Masada iki ya da üç kişi olacaksınız. Mutlaka sabahki toplantının değerlendirmesi ve müdürün dedikodusu yapılacak. -Sırf trend diye bu sene- bir ara film festivalinden konu açılacak. Oradan falanca gazetenin fişmanca köşesinde tavsiye edilen, hatta haftalık bir derginin top on listesinde ikinci sırada yer alan DVD’ye geçilecek. Baş roldeki aktris falan derken yeni gelen kızın da “artist” gibi olduğundan dem vurulacak ve hızla ilk kim yatacak tartışmasına geçilecek. Sen yine ortaya bir iddia koyacaksın. Sonra da tedbir olarak, aslında kızın çok soğuk olduğunu, neredeyse güzel bile olmadığını ağzında geveleyeceksin.

İş çıkışına beş dakika kala telefon defterini önüne alacaksın. Yüzünde müstehzi bir ifade olacak. İki kere karar değiştirip, seni hiçbir zaman reddetmemiş bir kız arkadaşında karar kılacak, arayacaksın. Hasta olduğunu, ama istersen ona gelebileceğini söyleyecek. Birden acil bir işin aklına gelecek. Kızın teklifini çok istemene(!) rağmen reddedeceksin. Bir iki başka aramadan sonra, çıkmadan önce adı neydi diye telefon defterine tekrar baktığın bir diğer kız arkadaşınla buluşmak üzere Taksim’e doğru yola çıkacaksın. Metro girişinde iki-üç günde bir mendil aldığın küçük çocuktan mendil alacaksın. Şu mendil işini bir türlü çözemedin. Tüm alışverişini o devasa marketten yaparsın, ama her seferinde mendil almayı unutursun. Büyük alışveriş merkezlerini seversin. Orada her şey jelatinler içindedir, renklidir, pırıltılıdır. Oraları senin mabedindir adeta. Tek mutlu olduğun yerdir. Ödemeni, bozuk yok, para üstü bekle dertleri olmadan plastik kartlarla yapmayı seversin. Bir de belki kasada cüzdanının plastik kartlarına ayırdığın bölümünün akordeon gibi açılmasını. En güvenli haliyle hayatın, kartların üzerinde durmaktadır. Kredi kartların, indirim kartların, seyahat kartların, kulüp kartların, kolej ve üniversite mezunlar derneği kartların, bir takım yerlere ait olduğunu ve itibar dereceni gösteren bilimum başka kartların, sigorta kartın, vatandaşlık kartın, vergi kartın, işyeri güvenlik kartın, yaka kartın, kartvizitin, başkalarının kartvizitleri… Bu son ikisi hepsinden önemlidir. İnsanın kişiliğidir. Sarı çemberlerinizin çapı, çizgisinin kalınlığıdır.

Mendili aldın, cebine koydun. Aynı çocuk muydu oradaki? Yüzünde karşılık bekleyen bir gülümseme mi vardı? Gözleri parlıyor muydu? Gözleri var mıydı? Ayakkabın tozlanmış. Almalısın. Neyse ki mendilin var.

İstiklal’in başı. Telefonun çalacak. Kulaklıkları çok seversin, seni dış dünyadan yalıtır. Şimdi onunla konuşuyorsun. Kulağında yeni açılan bir barda olduklarını söyleyen arkadaşının sesi hızlı hızlı caddeyi yürüyeceksin. Az ötede keman çalan adam sana tekin gelmeyecek. Etrafından dolanacaksın. Müzik marketleri de hızla geçip “café”nin sokağına kendini dar atacaksın. Bir de rahat deri koltuklardan birine koydun mu -hani temizlikçi kadının ütülemeyi unutup işinden olduğu- gri pantolonunu tekrar güvendesin. Bak kız arkadaşın da orada (adı neydi?), sonra da belki yeni açılan şu bara gidersiniz. Geceye yükseklerde devam etmek gerek. Bar tabureleri de bu yüzden yüksek yapılmamış mıdır, kalabalıklar içinde yaşanan günü yalnız geceye bağlamak için. Yukarıya tırmanırsın. Diğer insanlar, ötekiler aşağıdadır artık, güvendesindir ve hepsine en tepeden bakarsın. Sen de yeni açılmış barın, yepyeni taburelerinden birine tüneyeceksin. Enerji katık edilmiş votkanı içerken kanıksanmış yüzlerin arasından alternatif avlar bakacaksın. Ofisten arkadaşlarınla borsa, bin dolar verip gittiğiniz son konferans ve Jennifer Lopez’in kalçaları hakkında konuşacaksınız. Kız arkadaşın bundan sıkılacak. O da diğer kızlara aldığı bikiniyi, Bodrum’a ne zaman gideceğini ve hafta sonu dergilerinin birinde okuduğu diyeti anlatacak. Sen artık eve gitmek isteyeceksin, kız arkadaşın bara girdiğinizden beri kestiği çocukla dans etmeyi tercih edecek. Karşılıklı lanet okuyup, sonra telefonlaşmak üzere ayrılacaksınız.

Sonunda evine varacaksın. Tüm günün yorgunluğunu bilgisayarda atacaksın. Yeni aldığın oyun iki saatini alacak. Hasta olduğu için buluşamadığın, seni hiç reddetmeyen arkadaşınla biraz mesajlaşacaksın. Yatağına uzandığında elinde televizyonun uzaktan kumandası olacak. Yaşamın gibi hızla zaplayacaksın. Off düğmesi seni de kapatacak. Otomatik timer sabah yeniden çalıştırana dek.

Oysa;

  1. Bu sabah uzun zamandır olmadığı gibi güzel bir sabahtı. Biraz zamanın olsaydı, belki balkona çıkardın. Güneş yüzünü yıkarken, sokağın erguvan koktuğunu fark edecektin.
  2. Dün muhteşem bir gece geçirdin, hatırlamıyorsun. İlk defa birine ait olmak bile istedin. Yatağındaki güzel kadın çoktan sana aşık olmuştu ve tüm istediği biraz şefkat, bir-iki kelime konuşmaktı. Aşkın kıyısından döndün, birlikte yaşlanmak isteyeceğin kadını kaybettin.
  3. Biraz zamanın olsaydı, o kadının gitmeden sana kahvaltı hazırlamış olduğunu görecektin. İlk defa bu sabah miden ağrımayacak ve belki onu arayacaktın. Oysa numarasını evden çıktığında atmıştın bile.
  4. Köşedeki manava şöyle bir uğramış olsaydın, kendi tarlasından getirdiği portakalları görecektin. Böylesinin hiçbir markette bulunmadığını fark edecek, bu yaz yıllardır hatırlamadığın meyve bahçeleri olan akrabalarını ziyarete gidecektin.
  5. Yaşadığın şehri sevmiyorsun, başka şehirlerde de olamıyorsun. Bir kere arkadaşın gibi sokaklarda başı boş dolaşsaydın oysa, sevecektin. Haftanın en az dört günü geçtiğin İstiklal’de bir kere kafanı yukarı kaldırıp o muhteşem binalara baksaydın, Haliç kıyısında café değil bir kahvehanede demli bir çay içseydin ya da Boğaz’da o ışıltılı sanal mekanlar yerine bir köşeye sıkışmış salaş meyhanede iki tek parlatabilseydin, bu şehre aşık bile olacaktın.
  6. Sabah yerde yatan “şey” diye nitelediğin, yanından hayalet görmüşçesine kaçarak geçtiğin sara krizi geçiren bir sokak çocuğuydu. Yardım edilemeyince komaya girdi. Oysa sen ilk yardım kursuna gitmiştin. Keşke diplomalarının yanına bir tane daha eklemekten öteye geçebilseydi.
  7. İşini ne kadar seviyorsun? Bu binayı gerçekte ne kadar seviyorsun? Hatırla! Yıllar önce neler yapmak istiyordun? İstediğin işi yapıyor olsaydın bu gün özgür, kendi hayatını kontrol edebilen biriydin. Üstelik kendi alanının da en iyisi. Her şeyden öte bu gün mutlu biriydin.
  8. İş yerine yeni gelen kıza biraz farklı gözle bakabilseydin, çok iyi bir dosta sahip olacaktın.
  9. Pantolon yüzünden kovduğun kadın suçlu değildi. Yanlış pantolonu gösteren sendin. Ama onu hiç dinlememiştin, dinleseydin de fark eder miydi? Hatalı olan hiç sen olabilir misin? Onun bir kez yaşamını, belki ailesini merak etmiş olsaydın eğer, hasta çocuğuna bakmak için günde 20 saat çalışan dul bir anne olduğunu öğrenecektin. Acaba o zaman bu kadar kolay işine son verebilir miydin?
  10. Bir saniye sonra yüzünü bile hatırlamıyorsun. Oysa mendil satan küçük çocuk senin kaç günde bir mendil aldığını, hangi takımınla ne renk kravat taktığını biliyor. Sen onun idolüsün. Ağzından çıkacak tek bir merhaba onu günlerce mutlu edecek, gelecek hayallerine tutunmasını sağlayacak. Mutluluk bazen sadece bir dudak kıvrımındadır işte.
  11. Etrafından dolandığın kemancı bir zamanların en ünlü virtüözlerinden biri, ah onu bir dinleyebilseydin. Önünden hızla geçtiğin müzik markette ise anneannenin bebekken sana söylediği tango çalıyordu.

Ne yazık ki “ötekiler” seni ilgilendirmedi hiç. Ne yazık ki sen bunları yaşayamadın. Belki de yaşadın. Ama farkında mıydın ?

İstanbul Ağustos 2003